Bezm-i Elest’ten Cemalullah’a…
Hayat; yaşam döngüsü içinde zıtlıkları barındıran bir o kadarda o zıtlıklarla ahenk içinde birbirini tamamlayan değirmen misali bir döngüyü içinde barındırır.
Bu döngünün merkezinde İnsan, sonsuzluk deryası olan varlık âlemi içinde ruhuyla, cesediyle, aklıyla, kalbiyle Allah’ın {C.C}“Ahsen-i takvim” üzere yaratmış olduğu yeryüzünün halifesi ve ilahi emanetin teslim edildiği “Ne gökler ne de yer beni içine alamadı. Fakat mü’min kulumun kalbine yerleştim.”(1) sırrına sahip bir sanat eseridir.
Eşrefi mahlûkat olarak dünyaya gönderilen insan, Bezm-i elestten Cemalullaha uzanan sonsuzluk seyrinde defalarca varlık ve yokluk kavramlarıyla karşılaşır. Bu döngü içinde dolaşıp durur. Ruhlar âleminden anne rahmine ve nihayetinde dünyaya doğumu ile varlığı, vefatı sebebiyle kabir âleminde ise yokluğu tadar. Mahşer meydanında yeniden varlığı tadarak defaatle sonsuzluk âleminde gelgitlerde kulaç atar.
Kimileri bu yolculuklarını kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’in ve Hz. Muhammed (sav) ikazlarıyla gaflet bataklığında geçirmez. İman ile farkındalığını kazanır. Aklını, kalbini, ruhunu feyzi ilahi ile şereflendirir. Allah’ın{C.C} halifesi olduğunun şuurunda olarak duygu ve düşüncelerinde iç görü kazanır. Ruhunun liderliğinde, aklının vezirliğinde, kalbinin süveyda derununda ilahi aşkın zirvesinde, azalarını da asker bilinciyle istikamete yönlendirerek ebedi saadet müjdesine nail olur.
Kimileri de bu ikaz ve uyarıları dinlemeyerek, ruhlar meclisinde Allah’a{C.C} verdiği sözü unutarak hayatına devam eder. Gafletle hayatına devam edenlerde isyanın eserlerini görürüz. İman eksikliği ve akli melekelerini yeterince kullanmaması onu isyan bataklığının içinde tutar. İman ve Salih amel yokluğu içsel fırtınalarının da kaynağıdır.
Asıl ölüm ve dirilişi nefsinin terbiyesinde yaşar. Nefsinin isyanından kurtulabilirse hidayete erer. Yaşadığı tüm hastalık, musibet, sıkıntı ve imtihanlar ile acziyetini, güçsüzlüğünü hisseder. İlahi rahmete muhtaç oluşunu idrak eder. Allah’ın{C.C} dergâhına sığınır. Bu minval üzere acz ve fakr İlâhî rahmete birer vesiledir. Zengin olsa da Allah’a{C.C} muhtaçlığını, hiçbirini yaratmaya muktedir olmadığını görür. İnsan hem azalarına ve hem de havaya, suya, güneşe, aklına, gözüne, hafızasına, sevgiye, ilme, sese ve nicelerine ihtiyaç içersindedir. Velhasıl-ı kelam acziyetiyle Mevlaya muhtaçlığı daimidir. Bu hissiyatı kalbi derununda hissettiğinde O’na yönelir, O’na sığınır, O’ndan medet bekler. Nefsini terbiye sanatını ve ilmini bilmeyen had bilmezler, Karun ve Firavun gibi malikiyet davasında bulunur. Başarılarını kendisinden bilirler. Vaktinde tevbe etmeyenlerin sonları elim bir azab iledir. Bunu ergeç öğreneceklerdir. Hâlbuki tüm meziyetler Allah’ın{C.C} inayetiyledir.
Nefsini az konuşma, az uyuma, az içmek ve zikir, tefekkür, uzlet, hizmet ile terbiyeye muktedir olan İnsan, zühd sahibi olur, aza kanaat eder. Dünyaya ve maddî menfaate değer vermez. “Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır”zahid olmak… Dünyayı tamamıyla terk etmek değil, lezzet veren şeyleri azaltmaktır. Dalmamaktır. Dünyaya esaret içinde olmamaktır. Allah {C.C} elbet kulları için çeşit çeşit nimetler yaratmış envai hazinelerle donatmıştır. Müslüman bunlardan helal yollar ile istifade edecek, harama meyletmeyecek, israf etmeyecek ve kalbini bağlamayacaktır. Dünyayı ahiretine hizmetçi edecektir. Zühd sahibi, dünyaya fren yaptıkça yeter dedikçe ruhsal yönden güçlenmeye başlar. Allahü Teâlâ{C.C} ile murakabeyi bozacak her şeyi terk edenlere Arif-i billâh denilir. Fenafillâhta hiçlik makamına erişir. Nefsini terbiye metotlarından geçerek ‘’Ölmeden evvel ölüm’’ sırrına erişir. Ruhunu bedenine sultan eyleyerek Fenâfillah, tefâni sırrı da denilen, “ölmeden önce ölmüş gibi olup” yokluk sırrına ererek, Allah’ın {C.C} varlığında yok olmuş, erimiş olacaktır. Her daim Allah’a {C.C} ihtiyacı olduğunu, bütün şifaların ondan geldiğini hissederek, Allah yolunda fenafillâh makamına doğru yolculuğuna devam eder. Tasavvuf inancına göre, evrende Allah’ın {C.C} varlığından başka gerçek varlık yoktur. Varlıklar onu gösteren birer aynadan ibarettir.
Aşk yolunun yolcusu Yunus; “Beni bende deme, bende değilem, bir ben vardır bende benden içerü!” diyerek benlikten geçerek “hâkiki benliğine” kavuştuğunu söylüyor. Nefsini eritip İlahi Nur kaynağına ulaştığının sırlarını şiirlerinin satır aralarına gizliyor.
Hz.Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım!” beyanıyla açıkladığı ömrünü, aklın son noktasında ilmin acziyetini yaşadığı ve kalbinin zaferiyle ilahi aşkın, varlık yokluk sırrının, idrakini bize hissettirir. Kendisi yokluğu tadar, aslında orada var olanı seyreder. Kâinatın sahibinin Mü’min Sûresi 16. Ayetinde buyurduğu “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir?” sırrına muhatap olarak Hak Teala olduğunu görür..
İnsan daha önce ‘’ben ben derken, meğer ben sadece O’nun tecellisine bir ayna imişim’’ düşüncesiyle haddini bilmeyi öğrenir.
“Nefsini bilen Rabbini bilir”
Bu bab da Hiçlik kavramı karşımıza çıkar. Hiçliğe erişen sufiler benlikten bizliğe yelken açmış olurlar. Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:
“Yüce mertebelere ulaşan Hak dostları, ihlâsla yaptıkları amelleri yanında, nefislerini de tezkiye ettikleri için yükseliyorlar.”[2]
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden, kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”[3]
Hakîkaten bütün Allah dostlarını zirveleştiren sır; bu tevâzû, hiçlik ve yokluk hâlidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaradan!” buyurmuşlardır.
‘’İlim ilim bilmektir/ ilim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsin /Ya nice okumaktır’’ demiş Yunus Emre derin tefekkür edilesi bir dörtlük…
Bekabillah Tevhid makamıdır. Sırrı ile de küllerinden yeniden doğan Zümrüd-ü Anka misali tekrar dirilişi yaşar. Fecr suresinin muştularını dünyada iken hissetmeye başlar.
27-28. Ey (Allah’ın rızasıyla) huzura eren nefis! (Rabbini) hoşnut etmiş ve (sen de Rabbin tarafından) hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. [krş. 98/8]
29-30. Haydi (iyi) kullarımın içine katıl ve cennetime gir! (denilir.)(4)
Bu dirilişle artık tüm ömrünü “ilahî ente maksudî ve rizake matlubî” Mihenk sırrıyla insanlığa ve tüm mahlûkata hizmet ile geçirmeye çalışır.
Allah (Cellecelalühü) “Ben bir kenz-î mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”([5]). Buyurmuştur. Her şey o”na nispetle, bir tecellî içerisindedir. Yüce Allah”ın (Cellecelalühü) “Lizatihi, bizatihi”([6]) tecellîsi mevzû-i bahistir. Evvelâ her şey O”nun Mutlak Zat varlığının bir tecellîsi, kendisi ile yine kendisine tecellîsinin birer tezâhüründen ibarettir. Yine bir Kutsî Hadis”de: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.”([7]) Buyurulmuştur.
Cüneydî Bağdadî Hazretleri: “Allah”ın (Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”([8])
Hakk’ul-yakîn bilgisi (hakîkate kavuşmak) bekâ-billâh makamında hâsıl olur. (9)
Bekâ-billaha kavuşmadan önce huzûrun, yâni her an Allahü teâlâ ile olma hâlinin devam etmesi mümkün değildir. (10)
Tasavvufta fenâ ve bekâ’dan ilk bahs eden Ebû Saîd-i Harrâz’dır.
Tüm işlerinde Allaha tevekkül eder. Kendi gücü nisbetinde her şeyi yaptıktan sonra tevekkül boyutuna geçer. İşlerini Allaha ısmarlar. Tevekkül kavramı, Allah’a güvenmek, dünyaya ve âhirete ait maksatlara ulaşmak için gereken bütün tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek ve tesiri O’ndan bilmektir.
Tefviz kavramı ve tevekkül yakın mânâ taşırlar. “Tevekkül tefvîzin bir koludur.” , “Tefvîz, tevekkülün en ileri şeklidir.” denilmiştir. Ve kalbin manevi şifa iksirlerinden biridir. İbrahim Hakkı Hazretleri, “Tefvîznâme” meşhur şiiriyle bizlere manevi iksirden doya doya ikram eder.
“Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler,”
“Tertib-i mukaddematta tefvîz tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” (11)
Buna göre, bir işin meydana gelmesi için birtakım ön çalışmalar gerekiyorsa, bunlar yapılmadan tefvîz yoluna girmek tembelliktir. Gerekli sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek ise tevekküldür. Sabır artık onun şiarıdır. Tahammülünün tüm sınırlarını zorlar Gücü yettiği kadar aklını kalbini ruhunu bedenini kullanır. Hatta gücünün üzerinde işlerde dahi sınırlarını zorlar. Bilirki“La havle velâ kuvvete illa billâh” sırrıyla..bütün güç ve kuvveti Allahtan geldiğini idrak eder Ondan gelen her şeye razı olur. Rıza makamını yaşar. İnsanı kâmil olarak ömrünü tamamlar. Bu yokluk âlemine seçilerek gelişi veda ederken de işe yaramaz, değersiz, esfeli safiline düşmüş bir sonla değil… İnsanı kâmil mertebesini kazanmış bir Hak aşığı, bir Hak dostu olarak, aklına Marifetullahı, kalbine de Muhabbetullahı nakş ederek Cemalulah yolcuları arasına ismini kaydettirir.
‘’Âşk geldi damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz’lerini sevgili kapladı.
Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…’’(12)
Dipnotlar:
1-Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 195.
(2) Attâr, Tezkire, s. 622.
(3) Attâr, Tezkire, s. 629.
(4)Feyzül Furkan Hasan Tahsin Feyizli
(5) Necip Fazıl Kısakürek, Age, s. 167
(6)Necip Fazıl Kısakürek, Age s.177
(7) Necip Fazıl Kısakürek, Age s.108
(8) Molla Câmî
(9) Ahmed Fârûkî
(10) İmâm-ı Rabbânî
(11). Mektûbat
(11) Hz Mevlâna:
(12). Mevlana
Sosyolog/ Eğitimci/ Yazar
Mihrican Ulupınar
@Son Yorumlarım@